Tek yataklı hastahane odası. Saat gecenin 2’si. Yatağın sol tarafında boş bir sandalye ve onun yanında komodin gibi bir dolap, sağ tarafında bir beşik ve beşiğin içinde sessiz bir bebek.
Bir kız. Uyumadığı zamanlarda (ve ağlamadığı) bronz birer çerçeve içinde iki koca elmas gibi gözleri, kızarmış yanakları (ısırmamak için kendini zor tutardı insan), tombul dudakları (o dudaklarla ‘anne, baba’ deyişini hayal ederdim), seyrek saçları (o kadar yumuşaktı ki bir meleğin kanatlarından yaratılmıştı bence), bir avuç bedeni (sevgiye şimdiden alışıkmış gibi çarpan kalbini görebiliyordum kalkıp inen göğsünden), mercimek tanesi kadar tırnakları, kokusu (hiç bir çiçek ile tarif edilemezdi kokusu), başlı başına huzur.
Kadın, biraz korkudan biraz da heyecandan sık sık uyanıyor; kızının nefes alışını kontrol ediyor, Adam’la göz göze gelip yorgunluğun ve bitkinliğin tesiri ile tekrar uykuya dalıyordu. Adam, ara sıra kalkıp dolaşıyor (ekseriyetle boştu o sandalye); o da sıkça bebeğini kontrol edip bazen biraz dışarıya çıkıyor, her seferinde elinde ya bir çay ya da kahveyle dönüyor, odaya adamla birlikte bayat bir sigara kokusu yayılıyordu.
Bir kaç gece devam eden bu nöbetlerden sonra nihayet kendini toparlamıştı kadın. Taburcu olmaya hazırlanırken neredeyse kızı kadar güzel gözleriyle odayı aydınlatıyor; beyaz terlikleriyle bastığı her granit kristaline farklı bir renk katıyordu.
Rengârenk zemine basarak içeri girdi Adam. Kadın’ın ve kızının gözlerindeki parlaklık hemen kendisine de bulaştı. Bir süre hiç konuşmadan öylece durup her ikisine de uzunca göz gezdirdi. Muhtemelen ‘Ben sizi hak etmek için ne yapmış olabilirim?’ diye düşündü. O yarım dakikalık bekleyiş, galiba odadaki herkesin günahlarını temizlemeye yetti.
Mustafa ŞENTÜRK